GÜNCEL:
 Ahmet COŞKUN

Ahmet COŞKUN

Bereketin Matematiği

Doğru İşi Yapmak yazısını şu cümlelerle bitirmiştim: "ülkemizdeki işletme okullarında hiçbir kitapta geçmeyen, hiçbir derste anlatılmayan bir kelime var: bereket. Bereketin matematiğini anladığımız ve anlattığımız gün doğru iş yapmaya başlayacağız." Bunun üzerine bereketin matematiğini soranlar oldu, bu yazıda biraz bu konu hakkında konuşacağız.

Bereket çok kadim bir kelime, Türkçe’ye geçtiği Arapça, İbranice, Akadca dillerinde iki anlamı var: ilki diz çökerek saygı göstermek ya da dua etmek; ikincisi nimet, bolluk, verimlilik. İş hayatında biz hep ikincisinin peşinden koşuyoruz; bolluk, nimetler, verimlilik... Fakat bereketin ikinci anlamına kavuşmak için önce ilkinin hakkını vermek lazım.

Diz çökmek, eğilerek saygı göstermek çok ilginç bir eylem. İki ayağı üzerinde, dik bir şekilde durmak bizim insanlık serüvenimiz için hayati öneme sahip çünkü. Ayakta bu şekilde durunca ellerimiz boşa çıktı ve o ellerle iş işledik, alet ürettik, medeniyet inkişaf ettirdik. Ellerimiz bizim ilk ve en önemli teknolojimiz. Hatta dünyadaki diğer canlılara üstünlüğümüz ellerimiz sayesinde, o da ayakta durmamız sayesinde oldu dersek abartmış olmayız.

Şimdi öncelikle bereket, bu üstünlüğümüze rağmen ayakta durmaktan bilinçli bir vazgeçişle diz kırmak, tevazuunun simgesi ve geldiğimiz yer olan toprağa diz vurmak, kainattaki bütünün içindeki yerimizi takdir etmek, diğer canlılarla eşitlenmek, onlara saygı göstermek, teşekkür etmek, niyet ve emeğimizi bütünün iyiliği için adamak, egosistemden kurtulup ekosisteme katılmak demek. Sonrasında bereket, bu düzeni var eden ve bizi düzenin devamından sorumlu kılan, varlık hiyerarşisinde en üstte yer alan yaratıcıya şükretmek ve ondan istemek, dua etmek demektir. Bu iki anlamın hakkını verdikten sonra bereket bolluk, nimetler ve verimlilik anlamına geliyor.

Bugün iş dünyasında ve insanları iş dünyasına hazırlayan okullarda bereket kavramı bu anlam bütünlüğüyle ve derinliğiyle gündeme gelmiyor. Belki sadece sonuncusu hoşumuza gidiyor, hepimiz bol kazanmayı ve refah içinde yaşamayı istiyoruz. Fakat bu anlamda dahi bereket niceliksel değil niteliksel bir içeriğe sahip ve biz bunu ıskalıyoruz. Daha yüksek gelir, lüks tüketim gücü, mülk/devlet üzerinden prestij ve sosyal statü sahibi olmak mutluluğun, huzurun teminatı değil. Hatta Princeton Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada insanca yaşamaya yeterli bir gelir kazandıktan sonra ilave servetin insanları daha fazla mutlu etmediği görülüyor. Mesela Dünya’nın en mutlu ülkesi olan Butan’da insanlar yavaş yaşıyorlar, sağlıklı ve insani ölçüde tüketiyorlar, çevreyle uyumlu yaşıyorlar (Butan Dünya’nın tek eksi karbon ülkesi) ve zenginliği sevdiklerine ayırdıkları nitelikli zamanla ölçüyorlar. Sürekli daha fazla şeye sahip olmak yerine sahip olduklarından paylaşmanın beden, ruh ve sosyal sağlığımız açısından daha faydalı olduğunu gösteren bir yığın araştırma var. Bu araştırmalar bize bereketin matematiğini anlatıyor: verince eksilmez artar (Bakara:276), kanaat en büyük zenginliktir ve az çoktur, bu kadar...

Fakat maalesef günümüzde bereket iş hayatımızı kanaatle birlikte terk etmiş durumda, ortaya çıkan boşluğu da kazanma hırsıyla doldurmaya çalışıyoruz. Gerçekten artık daha çok kazanıyoruz ama daha az mutluyuz, huzurluyuz. Peki neden iş dünyasında amansız bir kazanma hırsı var? İnsanın uğraştığı en temel sorunsallarından birisi ölüm, birisi mülk. Adem bile şeytanın ölümsüzlük ve hiç yok olmayacak mülk vaadine kanıyor (Taha:120). Doğduğumuz andan itibaren öleceğimizi biliyoruz, beynimiz böyle kodlanmış olarak dünyaya geliyoruz ve bebeklikten itibaren sahip olduğumuz en temel/hayvani dürtümüz fiziki varlığımızı devam ettirmek. Biz bu dürtülerle hayvan olarak doğuyor, sonradan edindiğimiz erdemlerle insan (Hz. Adem) oluyoruz. Şimdi sormak lazım, iş dünyasındaki hakim kültür bizi ne yapıyor, insan mı, hayvan mı?

Bu köşe yazısı 3265 kez okundu